Marshall Sahlins “Taş Devri Ekonomisi” kitabında ilkel toplumlarda yaşayan insanların modern birey kadar çalışmadığını, çünkü onların sınırsız ihtiyaç ve azami ölçüde tatmin bekleyen çıkarlara sahip olmadığını ifade eder. Sanayi devrimi sonrasında ise farklı bir durum söz konusudur. Bu dönemde insanlar üretim düzeyindeki çılgınca artış karşısında çok yoğun bir tempoda çalışmaya zorlandılar. Ancak her iki toplumda da bir iktisadi problem olarak dikkate alınmayan ortak olgu “işsizlik”ti. Bu kavramın tam olarak tanımını bile yapamadılar. “İşsizlik” kavramına ilişkin en net tanımlama ancak 20. Yüzyılda J. M. Keynes tarafından yapıldı. 1929 Büyük Buhran sonrasında insanların bir bölümü iş arasalar da çabaları boşa çıktı. İşsizliğin gerçek anlamda ne olduğu bu dönemde yaşayarak öğrenildi.
İşsizliğin tanımını yapmak artık kolay olsa da, “işsiz olmak” oldukça zor (!). Çünkü işsiz olarak değerlendirilmek için 15 yaş üzerinde olmak en öncelikli şart. Diğer taraftan öğrenci, kendi isteğiyle çalışmayan ev kadını, engelli vb. gruplara dahil olmamak gerekiyor. Bunun yanında ayrıca piyasadaki ücret düzeyini de kabul etmek önemli. Kısaca tüm bu şartlar yerine geldikten sonra hala aktif olarak çalışmıyorsak işsiz olarak kabul edilebiliriz. Özellikle gelişmiş ülkeler bugün işsizlikle ilgili sorunları büyük ölçüde çözüme kavuşturdular. OECD ülkeleri genelinde geçen yıl işsizlik oranı % 4,9 oldu. Japonya ve Güney Kore’de bu oran % 3’ün de altında. Almanya’da % 3,4, ABD’de % 4,1 ve Avrupa Birliği Ülkelerinde % 5,9. Bu konuda en kötü deneyime sahip olan İspanya’da işsizlik oranı % 11,2. Türkiye’de TÜİK tarafından yayınlanan Şubat 2025 İşgücü İstatistiklerine göre mevsimsel etkilerden arındırılmış işsizlik oranı Temmuz 2013’ten sonra en düşük değer olan % 8,2 seviyesine kadar geriledi. Elbette bunlar önemli olmakla birlikte işgücü piyasasının çok renk vermeyen taraflarına da değinmek gerekiyor.
Gençler işgücü piyasasının dışında kalıyor…
Genel işsizlik oranları önemli olmakla birlikte, toplumların işgücü kaynağını kullanabilme potansiyelleri daha da önemli. Bir ülkede nüfusun önemli bir bölümü işgücünün dışındaysa, bu durum işgücünün çok etkin kullanılamadığı anlamına geliyor. Bununla birlikte bu kesim işsizlik rakamlarına da doğrudan dahil edilemiyor. Toplumlar bu durumun görünür ve görünmez maliyetlerini taşıyor. En görünür maliyetler elbette toplumsal huzursuzluk, şiddet ve suç oranlarında kendisini gösteriyor. Görünmeyen maliyetler arasında ise en önemli olanı işgücünden elde edilecek potansiyel çıktıdan mahrum kalmış olmak. Özellikle genç nüfusa sahip olan ülkelerin bu bireylerin fiziki ve beşeri sermayelerinden yararlanamamaları son derece sorunlu bir durum. 86 milyon nüfusa sahip olan Türkiye’de de 15 yaşın altındaki 20 milyon genci dışarıda bıraktığımızda aktif nüfus olarak tanımlanan 66 milyon kişi bulunmaktadır. Fakat bunların içerisinden yalnızca 35 milyonu işgücü olabilme şartlarını taşıyor. 2.8 milyon kişinin işsiz olduğu düşünüldüğünde geriye kalan 31 milyon kişi işgücüne dahil değil (!). Öte yandan, genel işsizlik oranı her ne kadar % 8,2 olsa da, 15-24 yaş aralığını dikkate alan genç nüfusta işsizlik oranı % 15 düzeyinde. Ayrıca gençlerin arasında ne istihdamda ne de eğitimde olanların sayısı da yaklaşık olarak 2.5 milyon civarında. Kısaca ülkemizde 2.5 milyon genç ne herhangi bir eğitim alıyor, ne de aktif olarak bir işte çalışıyor.
Bu verilere istinaden Türkiye’de işgücü piyasasıyla ilgili olarak dikkate alınması gereken en önemli hususların başında işsizlik oranları değil, ekonomiye kazandırılamayan potansiyel işgücü geliyor. Özellikle potansiyel işgücü içerisinde gençlerin işgücünün dışında kalma nedenleri ve bu kesimin işgücü piyasasına kazandırılması için öncelikli politikaların geliştirilmesine oldukça ihtiyaç var. Çünkü küresel rekabet pek çok ülkenin genç nüfusa olan ihtiyacını da her geçen gün artıyor. Türkiye’nin ekonomik açıdan en değerli kaynağını rakip ekonomilere kaptırması, küresel rekabet açısından da geri dönülemez sonuçları ortaya çıkarabilecektir.