Türkiye sanayisi için “yeşil dönüşüm” artık iyi niyetli bir temenni değil, takvim ve ceza olan bir kişidir. Buna dair tartışmaların önemli bir kısmı devam ediyor “yeşil olmasına rağmen dönüşüm olmalı mı, ne olursa olsun pahalı olur mu?” döngüsünde dönüyor. Asıl soru ise pek az kişi soruyor: Bu dönüşüm Türkiye'de hukuken nasıl kurgulandı ve sanayinin gerçek yol haritasını bugün fiilen kim yazıyor? Cevap, Endüstriyel Emisyonların Yönetimi Yönetmeliği ile birlikte karakterleri kazanan Sektörel Mevcut En İyi Teknikler (MET) Tebliğleri'nde gizli.
EDGAR/JRC'nin Küresel serga emisyonları emisyonları 2025 raporu, Türkiye'nin toplam sera emisyonlarının 1990'dan 2023'e yaklaşık %160 artışını ortaya koyuyor. Bu artış, sanayi ve enerji büyüme modelimizin karbonun zayıflığının çok yüksek olduğunu ve mevcut gidişatın 2053 net sıfır vuruşuyla çeliştiğini gösteren kritik bir göstergedir.
Türkiye, 2053 net sıfır emisyon hedefini İklim Kanunu ile hukuki zemine taşırken, bir yandan da sanayi tesislerini tek çatı altında toplayan yeni bir emisyon yönetimi rejimi kuruyor. Kağıt üzerinde son derece teknik görünen bu değişiklik, sahada şu anlama geliyor: Bir sanayi tesisinde teknolojiden enerji verimliliğine, su tüketiminden atık yönetimine kadar bütün üretim mantığını MET listelerine göre yeniden kalmak zorunda kalacak. Yönetmeliğin, çevre iznini bu teknik listelere ve havalandırma emisyon seviyelerine (MET-İES/BAT-IEL) bağlayarak, “yeşil dönüşüm”ü bir tercih değil, varlık-yokluk durumu hâline getiriyor.
İşin kırılma noktası, son dönemde yayımlanan sektörel MET Tebliğleri. Kamuoyunun bölünmesine fazla girmese de, Resmî Gazete'deki o sayfalarda Türkiye sanayisinin gelecek yıllarını belirleyecek bir teknik sözleşme imzalandı. Enerji, metal, mineral, kimya, atık yönetimi ve tekstil–otomotiv–gıda gibi çok sayıda sektörü kapsayan bu tebliğler, binlerce tesis için “mevcut en iyi teknikleri” madde tarif ediyor. Enerji değişimini sağlayan fırın tasarımlarından organik organik emisyonlarını en aza indiren proses işletime, atık ısı geri kazanılabilirliğinden suyun kapalı devre yönetimine kadar her başlık altında, hangi teknolojik “artık asgari standardımız” yazıyor. Tepeden bakınca bu teknik detaylara dikkat edin; ama aslında Türkiye'de sanayinin yeşil dönüşüm haritası tam da bu eşyalar üzerinden okunmalı.
Endüstriyel Emisyonların Yönetimi Yönetmeliği ise bu teknik dinlemenin “dişlerini” oluşturmaktadır. Yönetmelik, Avrupa Birliği'nin Endüstriyel Emisyonlar Direktifi'yle uyumlu bir çerçeve kurarak, sanayi tesislerini artık sadece “kirleten öder” mantığıyla değil, “kirletmeyen kalıcı kalır” mantığıyla sınıflandırıyor. Yönetmelik, sanayi tesislerinin portföylerini bütüncül bir izin oranları olan Entegre Çevre İzni altında birleştiriyor. Ancak izin verin, yalnızca baca gazı emisyonlarını değil; su, toprak, atık, gürültü, koku, proses kaynaklı emisyonlar ve kaynak kullanımı dahil tüm büyüme boyutları kapsıyor. GTI (Sanayide Yeşil Dönüşüm) Belgesi tam bu noktada devreye giriyor: Tesisler A'dan F'ye büyüyen bir performans skalasında notlandırılacak; Belirli tarihlere kadar en az F, ardından en az D'de bulunamayanların hem geniş hem de piyasadaki itibarı ciddi şekilde riske girmesine izin veriyor. Bu, çevre mevzuatının tarihte belki de ilk kez doğrudan rekabet gücü ve kaynak erişiminin tamamlanabileceği bir döneme işaret ediyor.
Sanayicinin değerlendirmesine bakın, fotoğraf daha da yazılır. Bir yanda İklim Kanunu ve yolda olan Türkiye Emisyon Ticaret Sistemi (TR-ETS), diğer yanda MET Tebliğleri ve Endüstriyel Emisyonların Yönetimi Yönetmeliği; bunların arkasında ise AB'nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM/CBAM) bekleniyor. Yani artık bir çelik, çimento ya da kimya kompleksi için politika sadece bacadan çıkan SO₂ ya da NOx değil; her ton ürününe kazınmış karbon ayak izi. Bu ayak izini MET'e uygun teknolojilerle küçültemeyen yer hem karbon fiyatına hem dışarıda sınırda karbon ücretine maruz kalacak. Kısacası “yeşil dönüşüm pahalı” diye ertelenen yatırımı, birkaç yıl içinde çok daha yüksek bir karbon faturası olarak geri dönüyor.
Burada asıl kritik nokta şu: MET ve endüstriyel emisyonlar rejimi, Türkiye’nin “yeşil rekabetçilik” iddiasının test alanı olacak. MET listeleri AB’nin BAT dokümanlarıyla uyumlu hazırlandığı için, aslında Türkiye sanayisine önemli bir avantaj da sunuyor: Bugün bu teknik seviyeye çıkan bir tesis, sadece ulusal mevzuata değil, AB’nin ileride daha da sıkılaşacak standartlarına da şimdiden uyum sağlamış oluyor. Yani MET’e uyum, sadece ceza riskini azaltan bir “savunma kalkanı” değil; aynı zamanda ihracat pazarlarında “ben bu oyunun yeni kurallarını kabul ettim ve uyguluyorum” demenin de bir yolu. Buna karşın, KOBİ ölçeğindeki pek çok tesisin ne MET tebliğlerinin diline, ne de Endüstriyel Emisyonların Yönetimi’nin bütüncül izin mantığına tam olarak hâkim olmadığı da bir gerçek. İşte bu yüzden, önümüzdeki birkaç yılın belirleyici sorusu şudur: Kamunun ve büyük sanayi oyuncularının, bu dönüşümü tedarik zincirleriyle birlikte yönetebilecek kurumsal aklı ve finansal desteği var mı?
Bir diğer tartışma başlığı da veri kalitesi ve şeffaflık. MET ve Endüstriyel Emisyonların Yönetimi kâğıt üzerinde ne kadar güçlü olursa olsun, sahada çalışması için tesis bazlı izleme–raporlama–doğrulama (MRV) altyapısının güvenilir olması gerekiyor. Emisyon ölçümlerinin, enerji ve su tüketimlerinin, atık akışlarının bağımsız şekilde doğrulanamadığı bir ortamda, GTI notlarının da, ETS kapsamında oluşacak karbon fiyatlarının da meşruiyeti tartışmalı olur. Bugün çevre mühendisi kadrolarının, akredite laboratuvarların ve doğrulama kuruluşlarının kapasitesi, bu yeni rejimin en zayıf halkası olma riski taşıyor. Kısacası, mevzuatın kapsamı Avrupa seviyesine yaklaşırken, uygulama kapasitesinin de aynı hızla güçlendirilmesi şart.
Bütün bu karmaşık tablo içinde kolayca gözden kaçan bir fırsat kapısı da var: MET’e uyum yatırımları, doğru kurgulandığında sadece çevresel değil, ekonomik getiri de sağlıyor. Enerji verimliliği, atık ısı geri kazanımı, su geri kullanımı gibi adımlar, hem emisyonları düşürüp GTI notunu iyileştiriyor hem de işletme maliyetlerini kalıcı biçimde azaltıyor. Üstelik Yeşil Dönüşüm Destek Programı, TÜBİTAK çağrıları ve yeşil finansman araçları, bu yatırımların finansman yükünü hafifletmek üzere kurgulanmış durumda. Burada sorun çoğu zaman para bulmak değil; doğru projeyi tanımlayıp, MET listelerini gerçekten “yatırım rehberi” gibi okuyabilmek.
Sonuç olarak, Türkiye sanayisi için gerçek yeşil dönüşüm yolu haritaları artık soyut stratejilerde değil; MET Tebliğleri'nin satır aralarında ve Endüstriyel Emisyonların Yönetimi Yönetmeliği'nin hükümlerinde belirtilmiştir. Bu metinleri göz ardı ederek gelen veya yalnızca "evrenleri tamamlamak" için okuyan sistemler, çok kısa bir süre sonra hem içeriye izin veriyor hem de denetimlerde geniş kapsamlı, hem dışarıda karbon sınırlarında soğutucular üretecek. Buna karşılık, MET'i bir yıllık değil, teknoloji ve verimlilik rehberi olarak bilinen, endüstriyel emisyonlar rejimini de beslenme stratejilerinin parçası hâline geldiği, 2030 sonrasının yeni sanayi haritasında bir gelecek.