Bir zamanlar dünyanın en iyi fındığını, en aromatik incirini, en canlı renkli çileğini üreten bir ülkeydik. Bugün ise bu ürünlerin hikâyesini başkalarının ağzından dinliyoruz.

Tıpkı fındıkta olduğu gibi…

Yıllarca “Türk fındığı gibisi yok” dedik.

Ama aynı yıllarda Polonya ahududuyu, Sırbistan böğürtleni, Şili mavi yemişi, İspanya çileği, İtalya kestaneyi bizden daha iyi anlatmaya başladı. Biz ürünün kendisini koruduk ama ruhunu kaybettik.

Çünkü tarımı üretimden çok siyaset, verimlilikten çok söylem, planlamadan çok alışkanlık üzerinden okuduk. Kendine has ürünlerimizi dünyaya tanıtmak yerine, dünyayı bize rakip ettik.

Bugün incirde Aydın’ı değil, Yunanistan’ı konuşuyoruz. Kestanenin genetik kaynağı Bursa ama Avrupa pazarında “Italian Chestnut” etiketleri dolaşıyor. Çileğin kalbi Uludağ’dan doğmuştu ama ihracatta artık İspanya ve Mısır önümüzde. Fındıkta dünya lideriyiz diyoruz ama her sezonu eski stokla kapatıyoruz.

Gerçekte kaybedilen sadece ürün değil, aidiyet.

Bu kayıpların nedeni tek değil.

Bir yanda verimden ve çeşitten uzak eski alışkanlıklar, diğer yanda planlamasız üretim zinciri.

Bir yanda bilgiye dayanmayan teşvikler, diğer yanda tarlayı terk eden genç nüfus. Ve hepsinin ortasında; kendi değerine inanmakta zorlanan bir üretim kültürü.

Son yıllarda Türkiye, sadece üretim değil rekabet gücü de kaybediyor. Artan enerji, işçilik, lojistik ve girdi maliyetleri; tarımın doğasındaki avantajlarımızı yavaş yavaş törpülüyor.

Bir zamanlar “ucuz ve kaliteli üretim” avantajına sahipken, bugün aynı ürünlerde Polonya, Mısır, Fas ve İspanya gibi ülkeler hem daha uygun maliyetle hem de devlet destekli ihracat modelleriyle öne çıkıyor. Bizim “verimlilik” dediğimiz şeyi onlar “stratejiye” dönüştürmüş durumda.

Bugün Türkiye tarımı, toprağın bereketini değil, geçmişin mirasını tüketiyor. Çünkü biz tohumdan markaya giden yolu yarıda bıraktık. Dünya, sürdürülebilirlik ve katma değerli işleme ile tarımı “bilim” haline getirirken biz hâlâ “ürünümüz güzel” diyerek yetindik.

Oysa tarım bir geçim meselesi değil, gelecek meselesidir. Toprağını unutan bir ülke, geleceğini ithal eder.

Bir Uyarı ve Bir Umut

Bir ülkenin gerçek gücü, tarlada kalırsa berekettir, kaybolursa tarihtir. Bugün incir, kestane, çilek, ahududu, kiraz ve fındık sadece tarımsal ürünler değil, bu ülkenin kültürel belleğidir. Bu ürünleri kaybetmek; sadece bir sektörü değil, bir hikâyeyi yitirmek demektir.

Bugün Fas, Mısır, Polonya ve İspanya gibi ülkeler; doğru planlama, modern sulama, sözleşmeli üretim ve güçlü lojistik ağlarıyla Avrupa’nın tedarik zincirine hızla entegre oluyor. Mısır, İngiltere pazarında artık “kış çileği” tedarikçisi; Fas, domates ve avokadoda Avrupa’nın ikinci büyük ihracatçısı; Polonya, dondurulmuş meyvede markalaşmış durumda; İspanya ise tarımı teknolojiyle bütünleştirerek “Avrupa’nın serası” unvanını aldı.

Biz ise hâlâ toprak zenginliğimizi anlatmakla meşgulüz, verim hikâyemizi değil. Onlar geleceği planlarken, biz geçmişi hatırlıyoruz.

Belki hala geç değil.

Çünkü bu ülkenin toprağı hala verimli, insanı hala üretken. Ama artık romantik değil rasyonel, duygusal değil stratejik tarım politikalarına ihtiyacımız var. Gerçek kalkınma; toprakta başlar, alın teriyle büyür, bilgiyle olgunlaşır. Yoksa bir sabah uyanıp, incirin de çileğin de, fındığın da hikayesini başka dillerden dinleyeceğiz.

Çünkü bir zamanlar bizimdi…

Ve hâlâ bizim olabileceğine inananlar var.